41717 entry daha
  • öncekilerden kopya çekilerek/başkalarının yazıları alıntı olarak belirtilmeden sözlüğe taşındığını görmekle ufkum iki katına çıktı.

    bugün debeye giren yazı; (#163887477)
    kaynak gösterilmeden kopyalanan yılmaz özdil’in 15 nisan 2015 tarihli “papa-razzi” yazısıdır.
    kaynak

    böylece karma pozitif,
    popülarite pozitif
    kanzuk pozitif
    daha ne!
  • insan ırkının erkek ve dişi tarafı arasında, cinsellik temalı aşkın azami olarak 20 ila 24 ay sürmesinin, bebek dünyaya getirmekten kaynaklı olduğunu öğrenmek. insan bebeği, beyin gelişimini doğumdan sonra da sürdürür. doğum sırasındaki beyin gelişim düzeyi, diğer canlıların aksine tek başına hayatta kalabilecek yeterlilikte değildir. bu nedenle, bebeğin hayatta kalma şansını artırmak ve genleri yeni nesillere daha sağlıklı olarak taşımak için bebeğin beyin gelişiminin, hayatta kalabilmek için temel eylemleri gerçekleştirecek düzeye ukaşbilmesi, 20 ila 24 ay sonrası, baba ve annenin birbirlerine bağlı kalmasını sağlar. bu tüm süreç genlerin sağlıklı aktarımı ve aktarılan bireyin gelişimi için evrimsel süreçte kazanılmış bir davranış biçimidir.
  • "ülkemizdeki bitkilerin üçte biri endemik. yani sadece türkiye'ye özgü."
  • aşağıdaki yazı, tam olarak ufku iki katına çıkaranlardan değil. değil ama yine de okunmasında, öğrenilmemişse öğrenilmesinde yarar olduğunu düşündüklerimden. başlık tarafımdan açıldı, bir kişinin bile okumadığı bir yazı olarak bugüne geldi. bu başlık çok okunan bir başlık olduğundan -ben sürekli okuyorum- burada da yer almasının doğru olduğunu düşündüm, belki bu kez okuyan birileri çıkar diyerek.

    ben merkezli hikaye

    öykü türünde öykünün oluşturulması iki ana teknikle olur. bunlardan biri olay örgülü hikaye/klasik hikaye/maupassant tarzı hikaye'dir.
    'hikaye' anlatımının başladığından beri hikayeler böyle anlatılır. yani, olay ve kişi/kişler ortaya konur: serim. olaylar gelişir, hikayelerin ana 'direği' olan 'çatışma'(/lar) düğümlenir: düğüm. sonra düğümler çözülür ve hikaye bir sonuca bağlanır: çözüm.

    diğeri; durum/kesit hikayesi/çehov tarzı hikaye'dir.
    durum/kesit hikayesi'nin merkezinde olay örgüsünden ziyade, hayatın bir kesitinin içinde insanlık durumları anlatılır.
    (bunlar her yerde -burada da- bulabileceğiniz bilgiler.)

    bizim konu başlığımıza gelince, ben merkezli hikayelerin çıkış noktası yine durum/kesit hikayeleridir. ama burada, kahramanın kendi ruh hali ve hayal dünyası çok daha önemlidir. yine batı çıkışlıdır. edebiyatta ilk örnekleri franz kafka ile görülür.

    ben merkezli hikaye 'ben' (/baş kahraman/birinci tekil kişi) bakış açısıyla yazılırlar.
    hikaye kahramanı dış dünyayı içinde bulunduğu ruh haline göre algılar ve anlatır. hikaye kahramanı -genellikle- düş dünyasının içinde, kendi bunalımları, kaçışları, sanrılarıyla boğuşur/mücadele eder.

    ("ben merkezli hikayeler köyden kente göç olgusunun kanıksanmaya başladığı kentli ve köylü özelliklerinin çarpışmasından kaynaklanan 1970'li yıllardan sonra modern öykücülük adı altında yeniden boy göstermeye başlamıştı. şehirlerde yaşayan insanların kendilerine ve topluma yabancılaşmasının sonucu olarak, 1980'li yıllardan sonra yoğunlaşan bu hikayecilik tipi, yapısal olarak durum/kesit hikayeciliğinin devamı şeklinde belirginleşiyordu. fakat bu tarz hikayelerde, durum/kesit hikayeciliğinden farklı olarak; düşsel ögeler, düşsel sanrılar ve yanılsamalar, gerçeklikten koparak bunalımlar etrafında örgüleşen algılamalara yöneliş, durum hikayeciliğinden farklı bir yönelişi de ortaya koyuyordu. olay dediğimiz 'şeyler', olayların anlatıcısı “ben" olan bunalımlı kişilerin ruh hallerine yansıyan şekliyle ifade edilince, 'hikaye anlatımı', durum hikayeciliğinden farklı bir yöne kayıyordu.")

    bu hikaye türünün kaynağı olarak, 20 yy.la birlikte ortaya çıkan, sürrealizm, fütürizm, dadaizm ve egzistansiyalizm gibi sanat akımları gösterilebilir.

    türk edebiyatı'nda, bu türün en iyi örneklerini; haldun taner, ferit edgü, erdal öz, oğuz atay, bilge karasu, nezihe meriç, tezer özlü, demir özlü......gibi isimler vermiştir.

    -----------------

    ben merkezli hikaye olarak burayı okuyanlara önereceğim kitap; -bana göre bu kitap, türk edebiyatında yazılmış (ve basılmış) en iyi üç hikaye kitabından biridir- bilge karasu'nun 'göçmüş kediler bahçesi'dir, göçmüş kediler bahçesi'ndeki ana hikayedir. bu hikaye kitabın da adını taşır ama yersizdir, yurtsuz da sayılabilir. o hikayeyi bir çırpıda okuyamazsınız, hikayeler boyunca karşılaşır ve ona yoldaşlık edersiniz.
    o ana öykü, kitapla birlikte başlar, kitap boyunca, kendini diğer hikayelerden ayıran 'italik' yazıyla diğer hikayelerin arasında gezinir durur.

    `*`aşağıya hiçbir yerde yazılı halini bulamadığım için, sesli hikaye olarak dinleyip, durdura durdura yazdığım bir ben merkezli öykü örneği bırakıyorum.

    öykü nedim gürsel'den.

    dönüş
    yol boyu kavak ağaçları, köprü. yokuş yukarı dar sokak. sokağın bitiminde kediyi gördüm. yıkık bahçe duvarından duta tırmandı oradan da çatıya. baktım, baca tütüyor, rüzgarda savrulan kül rengi bir duman. kedi dumana girdi çıktı. kiremitlerin arasında kayboldu sonra. bahçe kapısının önünde durdum. girsem yol bitecek.
    ömür biter yol bitmez.
    kentlerin, otellerin duvarlarında yazılıydı, bir geminin beyazında, trenlerin, uçakların alnında, bekleme odalarında, gar saatlerinde, kamyonların otobüslerinin ön camlarında yazılıydı. ya da biri, tanıdık bir ses hep bu tümceyi fısıldadı kulağıma; ömür biter yol bitmez.
    girsem, paris’te figuer sokağındaki evimin kapısı çalınmayacak bir daha. ne telefon çalacak ne de notre dame'ın çanları. gece lambanın ışığına üşüşmeyecek türkçe sözcükler. sürgün bitecek. girsem sofada sedirin üzerinde bulacağım seni. saçların ağarmış, yuvarlak, beyaz yüzünde sabır.

    “döndün demek”

    “döndüm.”

    “sen yokken ağaçlara soğuk vurdu, çürüyüp gitti hepsi.”

    “bizim duta bir şey olmamış ama!”

    “onun da hali benim gibi, devrildi devrilecek.”

    “yok yok iyisin maşallah, iyi gördüm seni.”

    “kocadım artık. bil ki takatim kalmadı. bu son olsun. bir gittin, gidiş o gidiş. nasibini alamadın mı hayattan? hala doymadın mı dünyaya?"

    "doğru, bu son olsun artık. bir daha gitmem. bunca yalnız kalacağını, böylesine kocayacağını bilemezdim. işte çürüyüp gidiyor her şey. ben buradayken de soğuk vuruyordu ağaçlara. bahçeyi ayrık otları kaplar, sarnıcın suyu çekilirdi. ama şimdi ne tuhaf, ilk yaz hiç gelmemiş gibi. sanki kırkikindiler hiç yağmamış, toprak kurumuş cılız yapraklarda belli belirsiz bir ürperme. rüzgar yağmur getirmiyor anlaşılan. dallara su yürümüyor. ne tuhaf, ev terk edilmiş gibi. koltuk örtüleri kaldırılmamış, sedirin üstü bir karış toz. duvardaki musafa da uzun süredir el değmemiş. yanı başından hiç ayırmadığın çalar saat bile durmuş. kirli duvarlar, odalar, bahçeye inen merdiven, tahtaboşun sessizliği. her şey, her şey bir eski zaman düşünde. gözlerine uzak bir yalnızlık inmiş, yoksun sanki. oturduğun, bana baktığın yerde değilsin. sevecenlikle bakmıyorsun. ilk kez, yıllardır ilk kez pencereden ayırıp oğluna yönelttiğin bakışların donuk, yaşamasız. biraz gülümsesen duvarların beyazı geri gelecek yine, saatin tiktakları sofayı dolduracak, sedirin, musafın tozu yok olacak bir anda, dallara su yürüyecek ama gülümsemiyorsun."

    “seni çok bekledim, günler, geceler boyu.”

    “geldim işte, sonunda döndüm.”

    “geldin ya, beklediğim sen değilmişsin.”

    “beklediğin ben değilmişim demek. doğru, sen bir başkasını bekledin. bahçede dutun gölgesinde, dizlerine yatırıp salladığın, gece üzerini örtüp duasını karanlığa üflediğin çocuğu. konuk odasının duvarındaki fotoğrafta gülümseyen delikanlıyı bekledin. çünkü yakınlarını, özellikle de kocanın ölümünden sonra onunla yapayalnız kalmıştın bu ahşap evde. yaşamın onun yaşamıydı, onun varlığından ibaretti dünya. gün onunla başlıyor, gece onunla bitiyordu. oydu yaşadığın. bir gün ardından bakır maşrapayla su döküp paris’e yolcu ettiğin delikanlıyı. seni bırakıp giderken sarsılarak ağlayanı bekleyecektin elbet. yıllar sonra alaattin’in sihirli lambasından çıkmış gibi karşında beliriveren sakallı, yorgun adamı değil. bilsen ne acılar, ne yalnızlıklar çekti o adam. bir kentten bir başkasına, bir kadından ötekine savruldu durdu. dar odalarda, karanlık sokaklarda geçti yaşamı. bilmediğin, düşünde bile göremeyeceğin dev uçaklara binip okyanuslar aştı. uğultulu kentlerin caddelerinde, parklarında dolaştı. yuvarlak, beyaz yüzünü, yakınlığını unutmadı ama. paris’te marie köprüsü’nün altından akıp giden seine ırmağının bulanık suyunda, figuer sokağı’nda lambasını yakınca beyaz kağıtlara vuran ışıkta seni gördü. senin ellerini, yüzünü, geniş alnını. moskova’da puşkin alanı’nda kar yağarken sen vardın aklında. new yok’ta gate village’ın karanlık mahzenlerinden birinde caz dinerken de. ve hiçbir güneş, akdeniz’in yakıp kavuran güneşi bile senin varlığın kadar ısıtamadı içini. şimdi yıllar sonra karşında dikilen bu yorgun, bu güngörmüş adamın beklediğin olmadığını söylemekte haklısın. ama o, hep bu anı, döneceği bu günü bekledi. anla artık. tanımadın mı oğlunu? beklediğin ben değil de bir başkası mıydı? e, döndüm işte. bu son olsun. bir daha gidersem yol bitmesin."

    bahçe kapısının önünde durdum. girsem ardından sımsıkı kapanacak kapı. merdivenden sofaya girdiğimde paris bitecek. ışıklı, kalabalık bulvarlar, kahveler, güzel kadınlar, her şey, her şey bitecek. biterse, birsin. burada, bu ahşap evde seninle yaşamanın, sakin bir hayat sürmenin zamanı çoktan geldi bile. evi onarır, bahçeyi düzenleriz. toprak canlanır, dallara su yürür yeniden. bakarsın yapraklar da yeşerir. bir zamanlar gölgesinde uyuduğum dutun, kalın, iri yaprakları. kapıyı açıp bahçeye girdim. umduğum kadar bakımsız değildi. her şey eski yerinde; dut ağacı, taş duvar, köşede kullanılmayan sarnıç. toprak kokusunu içime çekince heyecanım yatıştı biraz. gövdem rahatlayıp gevşedi. tam sırasıdır, şimdi çıkmalıyım sofaya, hemen şimdi. kaç yıl oldu? kaç yıl oldu seni görmeyeli, sesini duymayalı. sofanın tahta döşemesine ayak basmayalı kaç yıl oldu? gece üzerimi örtmeye gelirken döşeme ayaklarının altında gıcırdardı, sarsıldığını duyardım evin. duvarlar, pencere camları titrer, karanlık çoğalırdı. sen odaya girince ansızın duruverirdi her şey. karanlık uzaklaşır, yüzünde dünya ışırdı. en derin, en güzel uykuyu sen duanı okuyup karanlığa üfledikten sonra değil, bir yaz günü dizlerinde tattığımı söylemeliyim sana. dutun serin gölgesinde, sarnıç uğuldarken. şimdiyse yaşadığım kentler uğulduyor içimde. sana bugüne dek söylemek isteyip de bir türlü söyleyemediklerimi, ilk suçumu, ilk cezamı, yaşamımdaki tüm ilkleri anlatmalıyım. yanına varıp gördüğüm kentleri, tanıdığım kadınları, her şeyi, her şeyi söylemeliyim bir solukta. bahçede fazla oyalanmadan yukarı çıkıp kapı tokmağını vurduğumda tuhaf bir sessizlik oldu. bir süre bekledim. karşılık gelmeyince yeniden çaldım. yine ses yok. yumuşak tüylü bir yaratığın ayak bileklerime süründüğünü duyumsadım o anda. baktım kedi. merdivenleri hızla inerek, bahçeyi bir uçtan bir uca geçti. taş duvarın üzerinden atlayıp kayboldu. kediyi görünce bacadan tüten dumanı anımsadım. bu kez var gücümle vurdum tokmağa. içerde bir kıpırdanma oldu. döşemenin gıcırdadığını duydum. kapı açıldı, karşımda baş örtülü, yaşlı bir kadın.

    “kimi aradınız? ah, siz nurhayat hanım’ın oğlu musunuz yoksa?”

    içeri daldım. sedirin üstü bomboş.

    “ben nurhayat hanım’ın komşusuyum. hacı’nın karısı. paris’e çektiğimiz telgrafı almadınız demek. anneniz sizlere ömür.”

    sedire çöktüm. yıllarca beni beklediğin pencereden vuran ışıkta sofa sensizdi.

    son not:
    öyküyü kopyaladığım sayfa:
  • bir şeyi unutmak düşünülenden çok daha kısa sürer.
  • gerçekleşmesinden korktuğunuz herhangi bir durum gerçekleştiğinde, zihninizde canlandırdığınız boyutta bir acı yaşamıyorsunuz.
86 entry daha
hesabın var mı? giriş yap